GEZGİN
mk  
  Ana Sayfa
  TEFSİR
  FİLİSTİN
  makaleler
  => GELİN KARDEŞ OLALIM
  => Yarınsız umutlar
  => cennet,mi istiyoruz?
  => İNFAK
  => KİBİR
  => EVLENME& HİMAYE
  => ÖRTÜNME
  => O``FİLİSTİN
  => YOZLAŞMA
  => KURBAN
  => islamın hareket metodu
  => buhari & müslimde iman
  => Bir Tevhid eylemi Namaz
  => hasan el benna
  => Ali Küçük
  => Ahmet Varol
  => Abdullah Bingazi
  => Saıd Havva
  => Allah'ın nişanelerine hürmet etmek
  => KUR,ANI DOGRU ANLAMAK
  HARITA
  KUR'AN
  irtibat
  ziyaretci defteri
  ders
  vidio
  çeçenistanda rus vahşeti
  çeçenistan
Saıd Havva
Said HAVVA
Varlığın Yasası

Tek Allah'a kul olmayı ve bu ilkenin uygulanışını Peygamber'imizin sâlatî ve selam üzerine olsun mesajına dayandırmağı "Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resulüllah" şahadet cümlelerinin aksiyona dönüşmüş anlamı olarak kabul edip inanç binasını gerek vicdanlarda ve gerekse pratikte tek Allah'ın kamil manada anlaşılmış kulluğu esası üzerinde kurar ve bu kulluk ilkesini inanç, ibadet ve yasa sisteminin her üçünüde temsil ettirirken, İslâm "Lâ İlahe illeİlah, Muhammedün Resulûllah" şeklindeki şahadet cümlelerini, hayat tar¬zını yansıtır, bu tarzın ana hatlarını belirler ve özelliklerini açıklar, diye ka¬bul ederek binasını, tümü ile bu temel üzerine kurarken, İslâmiyet, kendisini insanlığın tanımış olduğu diğer sosyal düzenlerin tümünden apayrı kılan ben¬zersin görüş açısı üzerine yapısını oturturken, mesajında sırf insan varlığına değil, daha geniş kapsamlı bir varlık kaynağına, sadece insanın yaşama tarzı¬na değil, bütün kâinatın varlık üslûbuna dayanır. İslâmın düşünce tarzı, bu kâinatın tümü Allah tarafından yaratılmıştır, Allah'ın iradesi onu varetmeye yöneldiği için o da varolmuştur, arkasından da bu kâinata hareket tarzını düzenleyen, parçaları arasında davranış uyumu sağlayan ve bir bütün olarak ahenk içinde hareket etmesini garantileyen ka¬nunları koymuştur, esası üzerine oturur.

Ulu Allah (C.C.)- buyuruyor ki:

"Bir şeyi dilediğimiz zaman, ona sadece "ol" deriz, o da oluverir." Nemi suresi, 4

Diğer bir ayet-i kerime de şöyledir:

"O her şeyi yarattı ve yaratığı şeyleri miktarınca takdir eyledi." Furkan suresi, 2

 Tüm bu yaratılmış kâinatın ardında O'nun tedbirinin dileği, hareketini düzenleyen bir plân ve uyumunu sağlayan bir kanun sistemi, bir düzen vardır, Kâinat sisteminin birimleri arasındaki uyumu sağlayan ve tümünün hareket tarzlarını düzenleyen faktör, bu kanun sistemi ve bu değişmez kâinat geleneğidir. Bu yüzden kâinat ne çelişir, ne bozulur, ne çatışır ve ne de Allah'ın dilediği ana kadar düzenli ve aralıksız hareketinden geri kalır. Bunun yanında yine bu kâinat, bir an bile O'nun dileğine karşı çıkmayı, çizdiği kaderi tanımamayı ve koyduğu kanunlara karşı çıkmayı aklına getirmeyecek şekilde önceden plânladığı dileğe, hareketlerini düzenleyen varlık ve birimleri arasında uyum sağlayan kanun sistemine kesinlikle boyun eğmiş, teslim olmuştur.  Kâinat sistemi, bütün bu özelliklere elverişlidir, Allah'ın di¬lediği ana kadar yıkıma ve kargaşalığa uğramaz.

Ulu Allah (C.C.) buyuruyor  ki:

"Rabb'iniz, O Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş üzerine istiva buyurdu. Biribîrini ardarda kovalayan gündüzü gece ile örter. Güneş, ay ve yıldızlar O'nun emrine boyun eğmiştir. Yaratma ve emir O'na mahsustur. Alemlerin Rabb'i yücedir." A'raf suresi, 54

İnsan bu kâinat varlığının bir parçasıdır. Onun fıtratına hükmeden ka¬nunlar, varlığın tümüne hükmeden kanunlar sisteminden ayrı değildir, Bu var¬lığı olduğu gibi onu da Allah (C.C.) yaratmıştır. O, maddi yapısı itibarı ile bu yeryüzünün balçığından bir parçadır. Balçık maddesinin ötesinde Allah'¬ın ona armağan ettiği Özellikler, kendisine insan olma niteliği sağlamıştır. Bu özellikler ona Allah tarafından önceden takdir edilerek sunulmuştur. Beden yapısı bakımından O, istese de istemese de Allah tarafından konmuş kanun¬lara bağımlıdır, varlığını ona veren O'dur.

Her şeyden önce yaratılışı ne, kendi isteği ile ve ne de ana-babasınm dile¬ği iîe değil, Allah'ın muradı iledir. Ana-babası çiftleşir, ama (cenin) varedemezler. Allah'ın belirlediği gebelik ve doğum şartları uyarınca dünyaya gelir. Çocuk, bilinebilen oranlan ile Allah tarafından yaratılan şu havayı, Allah'ın dilediği miktarda ve biçimde teneffüs eder, elem çeker, haz duyar. Acıkır, susar, yer, içer. Yiyeceği ve içeceği sindirir. Kısacası, Allah'ın koyduğu kanunlar uyarınca, hiç bir irade ve tercih yetkisi söz konusu olmaksızın yaşar. Allah'ın dileğine, kaderine ve kanunlarına mutlak bağımlılık bakımından bu alandaki durumu, bütün kâinat varlıklarının, kâinatta bulunan bütün canlı¬ların ve cansızların durumu gibidir.

İşte kâinatın tümünü ve insanı yaratan,varlığın tümü için belirlediği sis¬teme insanı da boyun eğdiren Allah, hayatının iradeye dayalı kesimini tabii kesimi ile uzlaşmalı olarak düzenlesin diye insan için bir "şeriat" bir yasa sistemi koymuştur. Buna göre şeriat, insan fıtratı ile varlığın tümüne hükme¬den ve her iki kesimi de uyum içinde bütünleştiren genel ilâhi geleneğin bir parçasından başka bir şey değildir.

 

Allah'ın her sözü, her emri, her yasağı, her va'di, her tehdidi, her yasası ve yön verici mesajı bu genel geleneğin sadece bir bölümü ve aslında tabiat kanunları dediğimiz  ilâhi varlık kanunlarının birer doğrulayıcıyıdır. Bu ka¬nunların, özlerine Allah tarafından sunulmuş, ezelî bir hak uyarınca her arı gerçekleştiğini görüyoruz. Onlar Allah'ın takdiri uyarınca gerçekleşiyorlar.

Buna göre insan hayatını düzenlemek üzere Allah tarafından konan "şeriat” bir kâinat yasasıdır. Bu genel kâinat geleneğine bağlı olmak ve onunla uyum halinde bulunmak manasında böyledir. Böyle olunca İnsan hayatı ile insanın içinde yaşadığı kâinatın hareketi arasında uyum sağlamak için bir başka deyimle, insanların görünmez fıtrî yapılarına hükmeden kanunlarla hayatla¬rının görünen kesimine hükmeden yasalar arasında ahenk sağlamak için, insanın iç şahsiyeti ile dış şahsiyeti arasında bulunması gereken zaruri uzlaş¬mayı gerçekleştirmek için, bu şeriatı benimsemek kaçımlmazdır.

İnsanlar, kâinatın gelenek ilkelerinin tümünü kavrayamayacakları için, genel kainat geleneğini kavramak şöyle dursun, fıtrî yapılarına hükmeden ve ister istemez boyun eğdikleri yasa ilkelerini bile idrâk edemeyecekleri için İn¬san hayatı ile kâinatın hareketi arasında uzlaşma sağlayan bir düzen ortaya koyamazlar. Bunu ancak tercih edip onayladığı aynı gelenek uyarınca hem kâinatı ve hem de insan hayatının gelişmelerini yöneten, hem kâinatın ve hem de insanların yaratıcısı yapabilir.

Bu yüzden söz konusu uyumu sağlayabilmek için, İslâm inancını gerçek¬leştirme gereğinin üstünde bir kaçınılmazlıkla Allah'ın şeriatını uygulamak gerekli oîuyor.O halde lslâmın ana temeli olan "Lâ ilâhe illelah, Muhammedün Resulullah" şehadet cümlelerini gerçekleştirmek üzere tek Allah'a kul olma ilkesine ihlâsla sarılmaksızın ve bu kulluğun nasıl olacağı hakkındaki rehberliği sırf Peygamberimize Salât ve selâm üzerine olsun- dayandırmaksızın  hiç bir ferdin ve hiç bir cemaatın hayatında İslâm varolamaz.

Kâinatın geleneği ile insan hayatı arasında sağlanacak kayıtsız şartsız uyum, insan hayatını kargaşalıktan koruyacağı gibi ona her yönden iyilik te¬min eder. İnsanlar sadece bu takdirde hem kâinatla ve hern de kendileri ile barış içinde yaşarlar. Kainatla barış içinde olmak, insanların hareketleri ile kâinatın hareketleri arasında ve  insanlann doğrultusu ile kâinatın doğrultusu arasında meydana gelecek olan uyumdan dolayıdır. İnsanlar ile kendi nefis leri arasındaki barış varsa onların hareketleri ile fıtrî yapılarının sağlıklı mo¬tifleri arasında çatışma meydana gelmez. Çünkü Allah'ın şeriatı kolayca ve gürültüye hacet bırakmaksızın, görünen davranışlar ile görünmeyen fıtri yapısı arasında bağdaşma sağlar. Bu bağdaşma insanlar arası ilişkilerde ve genel gelişmelerinde başka bir uyum doğurur. Çünkü o zaman tüm insanlar kâi¬natın genel geleneğinden bir parça olan ortak metod uyarınca davranırlar.

Ayrıca kâinatın sırlarını, onda saklı olan güçler ile dolaylarında birik¬miş bulunan hazineleri kolaylıkla arayıp bularak ve çelişkiye, çatışmaya yer vermeksizin, bunları bütün insanlığın yararını sağlamak üzere Allah'ın şeria¬tı uyarınca kullanmak insanlığa iyilik getirir.

Allah'ın şeriatının karşıtı (alternatifi) insanların arzularıdır. Ulu Allah (C.C.) buyuruyor  ki:

Eğer Hakk, onların arzularına uysaydı, gökler ile yer ve içindekiler kargaşalığa düşerdi." Müminun suresi 72

Bu yüzden İslâm düşüncesi bu dinin dayanağı olan hak ile göklerin ve yerin dayandığı hakkı birleştirdi. İsiâm, dünya ve ahiretin tüm meselelerini bu hak ilkesi uyarınca çözer. Allah, kullarını bu öîçüye göre sorguya çekerek bu ölçüyü aşanları cezalandırır. Çünkü o değişmeyen bir tek haktır. O Allah tarafından her durumda murad edilen ve kâinatta bulunan tüm canlıların, cansızların, âlemlerin boyun eğip uydukları kâinatın genel geleneğidir.

Ulu Allah (C.C.)  buyuruyor ki:

"Size, içinde ikaz edici ayetler bulunan bir kitap indirdik, halâ aklınızı ba¬şınıza toplamayacak mısımz? Nice zalim beldeyi genel  kırıma uğratmışız da orada başka bir kavim meydana getirmişiz. Onlar şiddetimizi tadınca  ansızın oradan kaçmağa koyuldular. Kaçmayın, içine daldığınız hayata ve evlerinize dönünüz kî sizden yaptıklarınızın hesabı sorulsun. Dediler ki, "vay başımıza gelenler, hiç şüphesiz bizler zalim idik. Biz onları biçilmiş bîr ekin yığını halinde yere serinceye kadar, durmadan bu sözlerle feryad ettiler.

Göğü, yeri ve onların arasındakileri, oyuncak olarak yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi katımızda edinirdik. Bilesiniz ki, biz Hakkı batılın tepesine atarız da, bir de bakarsınız ki, batıl ortadan toz olmuş,  kaybolup gitmiştir. Yaptığınız yakıştırmalardan dola¬yı yazıklar olsun size. Göklerdekiler, yerdekiler ile O'nun katındakiler O'nun içindirler. O'na kulluk sunmaktan ne böbürlenirler ve ne de yorulurlar. Ge ce gündüz aralıksız, O'nu tesbih ederler." Enbiya suresi. 10-20

İnsanın fıtratı bu hakkı, içinin derinliklerinde kavrar. Çünkü gerek ya¬pısının özelliği ve gerekse çevresini kuşatmış olan şu kâinat tüm varlığın hakka dayandığını, hakkın köklü olduğunu.kâinat geleneği üzerine oturduğunu sarsılmaz olduğunu, değişik yollara saptırmadığını, fonksiyonunun değişmez olduğunu, dilimler arasında çatışma olmadığını, geçici tesadüfler, çığrından çıkmış kaçamaklar, değişken arzular ve kör ihtiraslar uyarınca yürümediği¬ni, tam tersine her yönü ile önceden takdir edilmiş, sağlam ve ince düzeninde seyrettiğini insanın fıtratına fısıldar. Bu yüzden insan arzularının etkisi altın¬da derinliklerinde saklı duran hakktan ayrıldığı zaman kendisi ile fıtrî yapısı arasında ilk çelişki baş gösterir. Bu çelişki Allah'ın şeriatı yerine arzularına dayanan bir hayat yasası edindiği zaman ve mevlâsına bağımlı olan şu kâinat gibi Allah'a teslim olmadığı zaman meydana gelir.

Bu çelişkinin bir benzeri fertler, toplumlar, milletler, nesiller, aynı zamanda tüm insanlıkla çevresini kuşatan kâinat arasında da meydana gelir.

 

 

O zaman kâinatın tüm güçlen ve  hazineleri, insanoğlunun bayındırlık ve mut¬luluk aracı olacağı yerde bunların tümü yıkım ve düşmanlık vesilesi olur.

Buna göre yer yüzünde Allah'ın şeriatını yerleştirmenin görünüşteki amacı, sadece Ahiret için amel işlemek olmuyor. Çünkü dünya ile Ahiret, birbirinin devamı olan iki tekâmül merhalesidir. Allah'ın şeriatı insan hayatının bu iki merhalesi arasında uyum sağlamaktadır.

Genel gelenekle uyum sağlamak insan saadetini Ahirete ertelemez. Ter¬sine saadeti, ilk merhalede, yani dünyada da gerçekleşen bir realite, elle tutu¬lan bir pratik haline getirir. Arkasından da bu saadeti Ahirette eksiksizlik mertebesine ve kemale ulaştırır.

İslâm düşüncesinin gerek varlığın tümüne karşı ve gerekse bu genel var¬lık şeması içindeki insan varoluşu karşısındaki temeli budur. Bu görüş açısı özünde insanoğlunun şimdiye kadar tanıdığı görüş açılarından temelde ayrı¬dır. Bu yüzden İslâmi görüş açısı diğer bir sosyal düzenin, hiç bir doktrinin dayanmadığı bir takım gerekli şartlara dayanır.

Bu görüş açısına göre, Allah'ın şeriatına sarılmak, insan hayatının ve diğer kâinatın hayatı ile hem insan fıtratını ve hem de .kâinatı hükmü altında tutan ilâhî gelenek arasındaki sağlıklı ilişkinin bir gereğidir. Bunun hemen arkasın¬dan bu ilâhi gelenek ile insanoğlunun yaşamasını düzenleyen yasalar sistemi arasındaki ilişkilerin gerekliliği gelir. Bu gerekliliğe uyulması, sayesinde ancak tek Allah'a kul olma ilkesi gerçekleşebilir. Kâinatın da yalnızca Allah'a bağımlı olduğu, hiç kimsenin onu kendi emrinde sayamayacağı ilkesi de bu gerekli şartlardan birini teşkil eder.

Bu Müslüman ümmetin atası olan Hz. İbrahim -Salât ve Selâm üzerine olsun- ile tüm yeryüzü insanları üzerinde otorite sahibi olduğunu iddia eden, fakat buna rağmen yıldızlar, gök cisimleri ve kâinat üzerinde yetki sahibi ol¬duğunu ileri sürmeye kalkışamayan zorba Nemrut arasında geçen tartışma bu uyumun, bu bağdaşırlığın kaçınılmazlığına işaret etmektedir.

Hz. İbrahim ona "kâinat üzerinde kimin otoritesi geçerli ise insan haya¬tı üzerinde de tek başına onun egemen olması gerekir" deyince Nemrut'un dili tutulur ve bu apaçık delil karşısında verecek hiç bir cevap bulamaz.

Ulu Allah (C.C.)  buyuruyor ki:

"Allah kendisine saltanat verdi diye (gurura kapılarak) İbrahim ile Rabb'i hakkında tartışan (Nemrud'u) görmüyor musun?.. Hani İbrahim ona "benim Rabb'im diriltir ve öldürür deyince "ben de diriltir ve öldürürüm" diye cevap verdi. İbrahim ona: "Allah güneşi doğudan doğduruyor, haydi sen de onu batıdan doğdur bakalım" deyince  kâfir adam verecek cevap bula¬madı. Allah zalim bir kavme hidayet vermez." Bakara  suresi. 258

Allah ne buyurursa doğrudur:

"Onlar Allah'ın dinînden başka bir din mi arıyorlar? Oysa ki, göklerdekiler ve yerdekiler ister istemez ona boyun eğmişlerdir ve O'nun katına döndürüleceklerdir”. Al-i İmran  suresi. 83

mk  
   
Bugün 3 ziyaretçi (4 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol